11 Ağustos 2024 Pazar

İNANÇ VE İDRAK


-İlk aşamada, inancın, her türlü inanışın, limitli ve egosantrik bir zihinsel yaklaşım biçimi olduğunu vurgulamakta fayda var. Şöyle ki; inanç mekanizmasını biraz açmaya çalışırsak eğer;

- Önce zihinde katı bir imge belirir. Varlık, enerjisini bu imgeye sorgulamadan yoğunlaştırır ve ardından yoğunlaştırdığı enerjisini imge üzerinde sürekli ve sabit kılarak kendisine bir konfor alanı yaratır. Bunun adı inançtır. Varlık bu şekilde, inandığı, dokunulmazlık ve kutsiyet atadığı değere sahip çıkar, ötesini görmek istemez, onu bırakmak istemez, onun için savaşıp kan bile dökebilir. Bu aşamada sabit, durağan ve sorgulama yetisi henüz yeterince gelişmemiş bir zihnin yaklaşımını gözlemlemekteyiz.

- Fark ettiğiniz üzere burada bir imgenin yani yaratım sonucu meydana gelen limitli mekanik bir örüntünün, varlık zihni üzerindeki hakimiyeti söz konusudur. Bir nevi maddenin varlık üzerindeki hakimiyeti de diyebiliriz bu duruma. İnancın yönlendirdiği insan, henüz sorgu ve idrak düzeyine erişilmediği için, tıpkı duygu ve düşüncenin yönlendirdiği insan gibi şartlanmış bir zihne sahip demektir. Yani varlık, aklını ve vicdanını kullanarak, kendi zihni üzerinde henüz yeterli hakimiyeti sağlayamadığı bir düzeydedir.

- Tam da bu aşamada, üçüncü yoğunluk derecesine ait, korkuya, baskıya ve otomatizmaya yani yönlendirilmeye adapte olmuş varlık zihni, sorgulama kabiliyetini kullanarak sevgi ve idrak aşamasını temsil eden dördüncü yoğunluk düzeyine doğru yükselmeye başlar. Yani, inancın sonlandığı yerde sorgu ile idrak belirir, idrakin olduğu yerde de sevgi açığa çıkmaya başlar. Demek oluyor ki sevgi de; anlayış, anlamlandırma ve idrakle yani zekayla belirebilen bir olgudur. 3. ve 4. yoğunluk bilinç düzeyleri arasındaki fark budur. Zaten varlığın hasat edilebilmesi, yani dünya okulundan mezun olabilmesi, bu idraki kazanarak kendisini eriştirebildiği sevgi ve ışık düzeyine bağlıdır.

- Dinler, içerdikleri dogmatik anlayışlar, gelenekler, kalıplar, sınırlar yani sorgulanmamış ve varlık iradesini onun yerine yöneten her unsur, her realite, idrak aşamasında teker teker irdelenmeye başlanır. Çünkü zihinsel evrim ancak, varlığın kendi sorumluluğunu, yine kendi aklı ve vicdanıyla, bir noktada idrak etmesi ve bu sorumluluğu üstlenmesiyle mümkün olabilir.

- Bu durum şuna benzer. Önünüzde bir kapı var ve orada bekliyorsunuz. Kapıyı açıp ardında olanı gözlemleyip algılamanız ve ilerlemeniz  gerekiyor aslında. Ama siz irade göstererek ve güç getirerek anahtarı kilide yerleştirip kapıyı açmak yerine, arkasında olduğunu sandığınız şeyi hayal edip zihninizde sabitliyor ve onun gerçekte ne olduğuyla yüzleşmekten kaçıyorsunuz. İlerlemeyip orada beklemeye ve konfor alanınıza  tutunup, yerinizde saymaya devam ediyorsunuz. Bunun gibi bir şey.

- Dolayısıyla inanç zihni şartlandıran ve ötesini algılamaktan alıkoyan bir puttan başka bir şey değildir. Sezgilerinizi, ulaşabildiğiniz en yüksek varlıksal bilgilerle, özgürce düşünerek temellendirmediğiniz sürece, ayrılık yaratacak ve zihninizi sınırlandıracak geri bir yaklaşım biçimidir. Zaman düzlemine varlık tarafından yerleştirilen bir imgeye, yine varlık tarafından, imgenin kendisini yönetmesine izin vermekle eş değer bir durumdur inanç. 

-Zaman düzlemine fraktallar halinde yerleştirilen her türlü unsur limitli egoya ait, bir yandan da öze ait olmayan mekanik karakterdedir. İnanç böyledir, düşünce böyledir, duygu böyledir. Tüm bunların yönetimindeki varlık, çatışma ve ayrışma duyumsar. Ne zamana kadar? Ta ki varlık kendi sorumluluğunu üstlenerek enerjisini toparlar ve özden, sevgi dolu ve bu mekanikliği bozacak yüksek karakterli, birleştirici ve bütünleştirici tepkiler geliştirebilir hale gelir, o zamana kadar... İşte bu, vicdanın yani ruhsal kudretin, sonsuzluğun ve anın hakimiyetidir. Kaynak, bu sonsuzluk algılandığı için kaynaktır.

- İnanılan tanrı, referans noktasını her zaman bir sabit bir imgeye dayandırır. İmgelenen tanrı ise, kesinlikle şekil, form ve kalıplardan münezzeh olan Sonsuz ve Mutlak Yaratan'a isnat edilemez. Sonsuz Yaratan, madde illüzyonundaki dağılacak bir imgede aranamaz; O, süregelen ve genişleyen anın farkındalığında aranır. Bu yüzden inançta ve inanca dayalı imanda sevgi yoktur, sadece sanı vardır. Her ikisi de, madde illüzyonuna ait bir tanrı imgesinin şartlandırdığı yani hakim olunmamış düşüncenin yönlendirdiği ve kontrol altında tuttuğu zihin yapısına hitap eder. İllüzyona ait imge ise ancak gözlemlenip algılanmaya başlanınca yerini sevgiye bırakabilir. 

-Üçüncü boyut insanının zihni dördüncü boyuta bu şekilde evrilir. Korkunun bittiği yerde sevgi ve idrak bu şekilde belirmeye başlar. Dolayısıyla hepimizin hayat boyu inanarak ve otomatik bir biçimde tekrar ederek söylediği besmelenin anlamı; korkmaktan, endişe duymaktan, yani maddenin hakimiyetine girmekten kaçınıp; Sonsuz Yaratan'a, yani pozitif yöndeki akla ve vicdana, birleştirici sevgiye doğru yönelmek demekten başka bir şey değildir. 

- Mesela Tanrı'ya, Allah'a ya da Yaratan'a neden inanıyorsunuz? O'nun neyine inanıyorsunuz varlığına mı, kudretine mi, yaratımsal gücüne mi? Yoksa sizi cezalandırıp, göklerden bakarak yargı dağıtacağına mı? Neyine inanıyorsunuz? Neden inanmak zorunda olduğunuzu düşünüyorsunuz? 

- Eminim, bir çoklarımız için bunları aklımızın ucundan geçirmek bile türlü sıkıntılar ve kaygılar veriyordur. Ama artık ötesine geçme zamanı gerçekten gelmiştir. Bu inanç şartlanması geçmişten bugüne, özellikle dinlerle gelen, otomatizmaya dayalı kısır uygulamalara dayanır. Yaratan'a inanmanızın artık hiçbir faydası yoktur, bu inanç sizi cennete de götüremez, çünkü cennet bir mekan değil; vicdanın ve idrakin gelişmişliği oranında elde edilen bir şuur uyanıklığıdır. Artık O'nu, yükselen anlayışlarda idrak etmenin bir faydası vardır. Artık Yaratan'ın inanılacak değil, varoluş ve yaratım süreçleri gözlemlenerek, yaratımın ne olduğu sorgulanarak idrak edilebilecek, içimizdeki sınırsızlıkta giderek yükselen seviyelerde keşfedilebilecek bir varlık olduğunu anlamamız gereken bir dönemdeyiz.

- Basit bir örnek verelim bununla ilgili. Karşınızda bir dağ belirdi, çok uzaklarda. Bu dağa inanır mısınız? Neden dağa inanma ihtiyacı duyasınız ki? Gider o dağı incelersiniz, yüksekliğini, dokusunu, üzerindeki bitki ve hayvan türlerini gözlemlersiniz, dehlizlerine girer, onu araştırır yapısını araştırırsınız, kısacası onu tanımak ve idrak etmek için sorgu ve düşünce mekanizmanızı çalıştırırsınız. Dağa inanmaya ihtiyacınız yoktur. O tezahür ettiği haliyle bütün olarak zaten ordadır. Aynı şey Yaratan için de geçerlidir. Tüm varoluşu gözlemleyerek, O kaynaktan ötürü tezahür eden yaratımını inceleyebilir ve adım adım bilginizi artırabilirsiniz.

-Eğer bir Tanrı varsa, O'nu, yaratımını algılayabildiğiniz kadar bilebilirsiniz. Bu yüzden Tanrı'yı ya da Yaratan'ı tanımak, varlıkları aracılığıyla meydana getirdiği yaratımını anlamakla ve algılamakla mümkündür. Dolayısıyla idrakin artması, varlığın  kendisiyle birlikte deneyimleyen Tanrı'yı tanımasının da yegane anahtarıdır. Bu, varlık için içsel bir keşif ve kendini gerçekleştirme sürecidir. O'nu hala korku dolu, baskıcı, cezalandıran, yargılayıcı ve kısıtlı dar anlayışlarda aramak; İbrahim'in kırdığı putlara tapınmaya eş değerdir. Üst realiteye geçiş, varlığın sorgulamasıyla, saf ve şartsız düşünce modelini içselleştirebilmesi ile mümkün olabilir. En yüksek dinin, aklınız ve sezgilerinizle eriştiğiniz en yüksek, en sevgi dolu anlayışta olduğunu ve buna ancak inancın ötesinde, idrak ederek sahip olabileceğinizi algılamanız gerekir.

- Velhasıl, hata yapmaktan korkmadan, kendinizi kısıtlamayarak, hür vicdanınızla, herhangi bir durum, realite ya da inanç kalıbının üzerine, neden ve sonuçlarını analiz ederek çıkabildiğinizde geliştireceğiniz idrak ve bu idrakten ötürü vereceğiniz öznel tepki sizi siz yapacaktır. Yaratan'ı inanç kalıplarında ya da birilerinin öğretilerinde aramak yerine, etki altında kalmamış düşüncenizde, ulaştığınız yüksek bilgelikte ve vicdanda arayabilirsiniz. Artık O'na inanmaya değil, O'nu idrak etmeye ihtiyacınız vardır. Fakat elbette, sınırlarınızı kaldırmak için önce o sınırları görmeyi istemeniz gerekir.

Burak Cömertler 








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ANDA MI KALMALIYIM?

 "Anda kalmalıyım" diyerek ana gelinmeye çalışılması, yaşam döngülerine farkındalıkla odaklanılmadığı sürece, geçici bir rahatlama...